10 Kasım 2011 Perşembe

Yeniden Doğmak


Yaz büyük bir coşku ile geçti ki, zaten şölen, şenlik, uyanış, canlılık değil mi? Ve şimdi herşeyin tekrar öldüğü sonbahara doğru giderken klavyenin başına geçişim, yaza bir tezat değil mi?

Bazen düşünüyorum, hangisi daha yakın ölüme, doğmak mı, ölmek mi? Yazda, ölüme gitmenin hüznü mü gizli, yoksa kışta yeniden doğmanın heyecanı mı?

31 Ocak 2011 Pazartesi

YÜKSEKLERE ÇIKMAK

İnsan, insan olalıberi Tanrı'ları hep yükseklerde aramıştır. Grek mitolojisinden aşina olduğumuz Olympos da, Tanrı'ların oturduğu yüksek evdir. 

Musevilik Sina'yı Tanrı'nın tecellisi olarak görürken, İslam Hira dağına aynı önemi atfeder. 

Grek Tanrıları Olimpos'ta yaşarken, Hint mitolojisinin adına en çok tapınak bulunan kudretli Tanrısı Şiva ise Himalayalarda dinlenir. 

Japonlar Fuji dağına çıkıp hacı olurken, büyük tufanın hemen akabinde Nuh'un gemisi Ararat'a oturur. 

Mısır'da  göksel olan Tanrı'larla bağlantı kurmak için piramitler inşaa edilirken, Mezopotamya'da ve Güney Amerika'da aynı amaçla ziguratlar inşa edilir. 

Hindular Meru Dağını, İskandinavlar ise Himingbjör'ü, Persler ise El-burz dağını kutsal kabul ederler. 

Peki biz, modern dünyanın kutsal tanımayan insanları? Gökdelenlerle mi ulaşacağız Tanrı'ya?

Hû!

28 Ocak 2011 Cuma

NEYE LAYIKSIN?



Çok eski bir fıkra vardır. 

Gazetecinin biri bir köye gitmiş, röportaj yapacak. Girmiş köyün kahvehanesine, yaşlı bir amcaya yaklaşmış. "Laiklik nedir?" diye sormuş. Amca cevap vermiş. "Layiklik, camiye layık olanın camiye, kerhaneye layık olanın kerhaneye gitmesidir"

Gerçekten de, Hz. Muhammed'in, "Her halk layık olduğu şekilde yönetilir" sözünün vulgarize hali gibidir bu fıkra. Burada amacım, politika ile ilgili konuşmak değil ama gerçekten neye layık olduğumuzla ilgili konuşmak. Mesele, çok yönlü olsa da ben bir tek yönü üzerinde durmayı tercih ediyorum bugün.

Biz gerçekten neye layığız? Türkçe yazılışı ile Karma yani Kharma, Sanskritçe'de K'r' yani etmek, eylemde bulunmak kökünden geliyor. Kısaca bize "ne ekersen onu biçersin" diyen karma, acaba bize gerçekten hak ettiğimizi mi veriyor? Benim cevabım evet. Okuyanlarda soru işareti oluşmuş olabilir. Ama bildiğim tek şey, daha önceki yazılarda da bahsettiğimiz gibi, insan aklının, karmanın ya da romantik tabiri ile evrensel adaletin büyük resmini göremeyecek kadar küçük olmasının bizim bunu anlamamıza engel oluyor olması. 

Ama, başlangıçtaki fıkra üzerinden, ya da hadisten yola çıkarsak; bizler çoğu zaman layık olmadığımız şeylerin düşünü kuruyor ve bunlar olmadığı için mutsuz oluyoruz. 

Bulmak istediğimiz şekilde bırakmadığımız tuvaletlere girdiğimiz zaman insanların kabalığından, cahilliğinden ve pisliğinden yaka silkiyoruz. 

Oysa, biz de herkes gibi layık olduğumuzu yaşıyoruz. Başkalarını aldatmakta beis görmediğimiz halde, başkaları bizi aldattığında sinirleniyoruz. Kendimize ve çevremize karşı adaletli olmadığımız halde adaletli bir devlet ve adalet bekliyoruz. 

Hû!


27 Ocak 2011 Perşembe

BHAGAVAD GİTA - İLAHİ EZGİ

Ganesha demişken, Hindistan'a selam vermişken, Bhagavad Gita'yı anmamak olmaz. 

Bilmeyenler için özet geçecek olursak, Bhagavad Gita, Hintlilerin uzuuun destanı Mahabharata'nın içerisinde, iki ailenin bir krallığı paylaşmasını anlatan bir bölümdür. Kitap, savaş alanında, yanındaki kör krala savaşı anlatan anlatıcı ile açılır. İsimleri, dilimize bir hayli yabancı gelen bir şecere çıkarma aşamasından sonra, vurdulu kırdılı bir savaş kitabı okumayı beklerken, kitap tıpkı bir lotus gibi, kat kat açılarak, gerçek anlamda bir kutsal kitap olma vazifesini yerine getirir ve karşılıklı soru ve cevaplar içeren var oluşu ve kurtuluşu anlatan bir metne dönüşür.

Elbette açılış, bu savaşta akrabalarına ve arkadaşlarına karşı savaşmak istemeyen Pandava ailesinin prensi Arjuna'nın, hocası Krişna'dan aldığı cevap ile başlar. Krişna'ya göre; bilge kişinin ne ölen, ne yaşayan için acı çekmesine gerek yoktur. Çünkü insanın içindeki sonsuz ne ölür, ne de öldürülür. Krişna ruhun ölümsüzlüğüne vurgu yaparak, Hinduizm'in ve Budizm'in temel felsefesi olan yeniden doğuş meselesine geri döner ve "Doğmadan önce her şey görünmezdir. Ölümden sonra da görünmez olur. Yalnızca iki görünmez arasındayken görünür hale gelir" diyerek yeniden doğuşu ve yeniden doğuştan kurtulmanın yollarını anlatmaya başlar. 

Yeniden doğuş, İslamiyet'te reddedilmekle birlikte kimi tasavvufi mezheplerde üstü kapalı şekilde ele alınmış bir meseledir. Hatta ve hatta Rumi'de dahi bunun izleri görülür. Buna karşı çıkanlar olacaktır elbet ama ne demiş hazret: "Deniz ne kadar büyük olursa olsun, kova alabileceği kadar alır"


Hû!

FİL


Mevlana'nın öğretmeni Hakim Senai'den duyup, Mesnevi'sine aktardığı o ünlü hikayeyi bilirsiniz. 

Karanlık bir odaya (kimi versiyonlara göre, bir körler şehrine) bir fil getirtilir. Odaya giren herkes file el yordamı ile dokunmakta ve gerisin geriye çıkmaktadır. Çıkanlar kendi aralarında konuşurlar:

- Büyük, sert ve geniş. Tıpkı bir halı gibi!
- Ben gerçeği söyleyeyim. Dümdüz bir duvar gibi.
- Hayır, hayır. Güçlü bir sütun gibi!

Aslında, hepsi filin başka başka yerlerine dokunmuştu. Hepsi haklıydı ama hiçbiri gerçeği görememişti. Ağacı görmüşler ama ormanı anlayamamışlardı. Her biri kafasında fili başka bir şekilde canlandırmıştı ama hiçbiri gerçekten filin ne olduğunu anlayamamıştı.

Fil hikayesinin bir güzelliği de, seçilen hayvanın "fil" oluşunda yatıyor. Birden kendimizi Hindistan'da buluyoruz ve bakıyoruz ki, kocaman bir fil tarafından sembolize edilen Ganesha bilgelik Tanrısıdır. Bu bilgi, bu hikaye ile birleştiğinde damakta daha güzel bir tad bırakıyor. Bizler bilgelik yolunda, fili orasından burasından çekiştiren körleriz. Gözlerimiz çok küçük ve bilgeliği tam olarak kavramamıza yetmiyor. Ama insan, öyle kibirli, öyle kibirli ki, hepimiz yarım yamalak tuttuğumuz bilgelik kırıntısının, "tek, yadsınamaz, değiştirilemez" olduğuna inanıp, diğerlerinin üzerine yürüyoruz. 

Bilgeliği anlamada, aklı kullanıp sonra da çamura saplanmış bir eşek gibi debeleniyoruz... Rumi'den bir sözle kapatalım. "Akıl kısa kalır"

Hû!

ŞAMANİZM


Şamanizm, yalnızca Orta Asya Türk kültürüne ait olmayan, aynı zamanda geniş bir coğrafyaya yayılmış bir ritüel dinidir. Temeli, Kam ya da Şaman adı alan bir baş rahibin, doğa ile hemhal olmayı içeren bir vecd ritüelini yönetmesidir. 

Şaman, yukarıdaki resimde de görüldüğü gibi, gökyüzü ile yeryüzünü birbirine bağlayan bir köprüdür. Gökten aldığını yere, yerden aldığını ise göğe iletir. Bu iletim aslında pek çok kültürde ortaya çıkar. İnsanın nihai amacının, gökyüzündeki düzeni yer yüzüne indirmek olduğuna inanan Mısır'dan tutun, bir elini gökyüzüne kaldırmış, diğer elini yer yüzüne indirmiş semazen de bile bu etkinin izlerini görmek mümündür. Bugün pek çoğumuzun, dünyamızı saran dezenformasyon neticesinde siyonizmin sembolü olarak gördüğümüz Davut Yıldızı da, aslında gök ve yeri birleştiren insan idealinin simgesinden başka bir şey değildir. 

Şamanizmde, dünya üç kattan oluşmuş kabul edilir. Bu katlardan biri Tanrı'ların ve iyi ruhların bulunduğu gökyüzü, diğeri insanların ve diğer canlıların bulunduğu yeryüzü ve üçüncüsü de, ölülerin ve kötü ruhların bulunduğu yer altıdır. Şaman, bu gökyüzü ve yeraltı dünyasına seyahat edebilen özel kimsedir. 

Gökyüzüne ve yeraltına inme ritüelleri sırasında Şaman kendinden geçer ve esrime adı verilen özel bir hale geçer. Kimi yazarlar, şamanın ruhunun bir süreliğine vücudundan çıktığına ve diğer dünyalara geçtiğini kabul ederler. İşte bu trans halinde, şamanın vücudu ise, esrik bir dansa tutulur. İşte bu tutulma esnasında, kişiler Şamanın duasını isterler. Şaman ise, duasını onlara iki elini birbirine vurmak yani alkışlamak suretiyle gönderirir. Bu ise, kişideki enerjinin bir diğerine eller vasıtasıyla gönderilmesinin temelidir.

Başka bir yazının konusu olacak nitelikte ama başka bir husus da şudur. Orta Asya'da şamanlar aynı zamanda cenaze törenlerini de yönetmekle görevlilerdi. Söz konusu yerleşimde birinin ölmesi halinde, Şaman bir kayığa oturur, bu kayık eller üzerinde kaldırılır ve Şaman ölen kişinin ruhuna rehberlik etmek amacıyla bu kayığın içerisinde dolaştırılırdı. Peki bu kayık ritüeli tanıdık geldi mi? Mısır'da ölülerin ruhunu taşıyan kayık ya da Grek'te ruhları nehrin karşı kıyısına geçiren kayık... Şimdilik bu kadar olsun.

Hû!

ARAMAK

Mesnevi'yi ezbere biliyor musunuz?

Ben biliyorum. Nasıl ezberledin o koca kitabı diye sormayın. Mesnevi 18 beyitten ibarettir aslında. Rumi, derdini 18 beyitte anlatmış bitirmiştir, gerisi teferruattan ibarettir. Teferruat dediysem, Rumi için teferruat. Bizim için tek bir mesel, bir hayat eder. 

Mesnevi, kamışlıktan koparıldığından beri inleyen bir kamışın hikayesi ile başlar. Onu, kendisi gibi kamışların olduğu bir kamışlıktan keserler, sonra üzerine yedi tane delik açarlar. Ne zaman ki, içine üflerler, işte o vakit ney inlemeye, derdini dökmeye başlar.

Peki insan?

İnsan da, bir zamanlar kendisi gibi kamışların olduğu bir kamışlıktan kesilmiştir. Üzerine yedi delik açılmıştır. Hangi yedi delik mi? "Yedi delikli tokmak, bunu bilmeyen ahmak" dedikleri yedi delik...

Bu yüzden, insan hayatı boyunca bir şeyleri arar durur. Bu nedenle ki, Mevlana'nın selefi Plotinus "İnsanın kaderi aramaktır" diye buyurmuştur. Aslında ana rahmine dönme sendromumuz, daha da ötesine dönmek arzumuzun basit bir ifadesinden başka bir şey değildir. 

Ama insan bu arayışında yalnız değildir. Tanrı, yeryüzüne işaretler bırakmış kendisi için. Bizden önce gelen ve bir şeyler kavrayanlar da öyle. İşte ben, aciz bir meczup, o işaretleri topluyorum kendimce. Ben, bir parça can, başka canları da sepetimdekileri paylaşmaya davet ediyorum.

Hû!