27 Ocak 2011 Perşembe

FİL


Mevlana'nın öğretmeni Hakim Senai'den duyup, Mesnevi'sine aktardığı o ünlü hikayeyi bilirsiniz. 

Karanlık bir odaya (kimi versiyonlara göre, bir körler şehrine) bir fil getirtilir. Odaya giren herkes file el yordamı ile dokunmakta ve gerisin geriye çıkmaktadır. Çıkanlar kendi aralarında konuşurlar:

- Büyük, sert ve geniş. Tıpkı bir halı gibi!
- Ben gerçeği söyleyeyim. Dümdüz bir duvar gibi.
- Hayır, hayır. Güçlü bir sütun gibi!

Aslında, hepsi filin başka başka yerlerine dokunmuştu. Hepsi haklıydı ama hiçbiri gerçeği görememişti. Ağacı görmüşler ama ormanı anlayamamışlardı. Her biri kafasında fili başka bir şekilde canlandırmıştı ama hiçbiri gerçekten filin ne olduğunu anlayamamıştı.

Fil hikayesinin bir güzelliği de, seçilen hayvanın "fil" oluşunda yatıyor. Birden kendimizi Hindistan'da buluyoruz ve bakıyoruz ki, kocaman bir fil tarafından sembolize edilen Ganesha bilgelik Tanrısıdır. Bu bilgi, bu hikaye ile birleştiğinde damakta daha güzel bir tad bırakıyor. Bizler bilgelik yolunda, fili orasından burasından çekiştiren körleriz. Gözlerimiz çok küçük ve bilgeliği tam olarak kavramamıza yetmiyor. Ama insan, öyle kibirli, öyle kibirli ki, hepimiz yarım yamalak tuttuğumuz bilgelik kırıntısının, "tek, yadsınamaz, değiştirilemez" olduğuna inanıp, diğerlerinin üzerine yürüyoruz. 

Bilgeliği anlamada, aklı kullanıp sonra da çamura saplanmış bir eşek gibi debeleniyoruz... Rumi'den bir sözle kapatalım. "Akıl kısa kalır"

Hû!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder